1 May 2015

Yalnız Bir Çocuk & Yalnız Bir Çocukluk

Ben hep yalnız bir çocuktum ve yalnız bir çocukluk yaşadım. Herkesin acı-tatlı bir çocukluk hikâyesi vardır, işte bu da benim çocukluk hikâyem...
yalniz-bir-cocuk-ve-yalniz-bir-cocukluk-murat-aktas
Görsel temsilidir.
Bu gerçek çocukluk hikayesine biraz daha geriden, daha ben doğmadan öncesinden başlayalım. Bilen bilir Karadenizli olduğumu. Annem bana hamile iken sırtında az çayır taşımamış, eve para gelsin diye pek çok kez işe günlüğe bile gitmiş. Babam mı? Bizim oralarda -genelde- erkekler kahvelerde, çarşılarda sürter, kadınlar canla başla çalışır. Doğal olarak -rahmetli- babam da muhtemelen kahvede okey ya da pişti oynamakla meşguldü çoğu zaman. Ya da küçük koltuk sandukasını alır, çarşıda esans(bazıları hacı yağı der) satardı, her iki durumda da köyde işler anneme kalırdı. Bizimkilere doktorlar benim ancak sezaryen ile doğabileceğimi belirtmişler. Köy ile ilçe arası 13km kadar. O zamanlar ilçede hastane ne arar? Hele sezaryen doğum yaptırabilecek bir yer? Tabi ki yok! Mecbur ile, yani Trabzon - Merkez'de bir hastaneye gitmek gerek... Annemin sancıları başlayınca, sağolsun köyümüzdeki bir amca arabasıyla annemi Trabzon'a kadar götürmüş. 1992 yılının Temmuz 21'inde, 'Kartal'da 16 katlı bir binanın çatısında çıkan çatışmada 4 teröristin öldürüldüğü gece'nin sabahına karşı Trabzon Devlet Hastanesinde sezaryen ile dünyaya gelmişim.

Esas hikâye de burada başlıyor. 4 yaşımdan itibaren pek çok anımı -ilginçtir ki- birkaç yıl önceki anılarımdan daha net hatırlıyorum. O yüzden hep derim 'Küçükken daha zekiydim!' diye. Neyse... Babam kız çocuklarını çok severdi. Ola ki benim de kız çocuğu olacağımı hep hayal etmiş... Doğduğum zaman beni pencereden atma şakası bile yapmış sırf bu yüzden. Sakın darılmayın ona, sonraları çok sevmiş beni, ben de onu çok sevdim... Doğduğumda ismime önceden karar verilmemiş olduğu için babama sormuşlar 'Adını ne koydun?' diye. Allahverdi demiş onları geçiştirmek için. Sonrasında, bir kıyamettir kopmuş evde, teyzemin büyük kızı 'Ben adını Murat koydum, siz ne derseniz deyin' diye diretince -e babam da kız çocuklarına düşkün ya- adımı nüfusa Murat diye kaydetmişler...

Babam sık sık köyün tepesindeki kahveye giderdi, ben de 5 yaşlarında takılırdım peşine, götürmezse ağlar; anneme dünyayı dar ederdim. Ellerimi arkamda birleştirerek babamın yürüyüşünü harfi harfine taklitle kahveye doğru yol alırdık. Orada herkesle muhabbet eder, bazen de 'büyük adam sözleri' savururdum etrafa. Bu yüzden başta babam olmak üzere herkes beni çok severdi.

Uzatmayalım, bu güzel günler çok çabuk geçti... Babamı akciğer kanseri teşhisiyle hastaneye yatırdılar sonrasında. Babamla ilgilenecek başka kimse olmadığından mecbur beni başka bir yere bıraktı annem. Çocukluğumda geçirdiğim en zor zamanlardan biriydi belki de, ama ilki olmayacaktı... 2-3 ay içinde annemi 15-20 günde bir görebiliyordum ve ancak ayda bir babamı ziyarete gidebiliyorduk, ağzımıza birer maske takarak tabi ki...

Bu uzun ayların sonunda beni tekrar köye götürdüler, amcamların yanına... Ertesi gün babamı hastaneden çıkartıp köye, evimize getireceklerdi. O kadar sevinçliydim ki hastalığı atlattığına ve tekrar babama kavuşacağıma içim içime sığmıyordu adeta. Oysa ki kanser tüm vücudunu sarmıştı ve yaklaşık 25 yıldır bu illeti taşıyordu. Eve geldiği 31 Mayıs günü ona çok sarılmak istemiştim ama hasta diye yaklaştırmadılar, zaten belli de oluyordu, zor nefes alıyordu. Yaklaşık 2-3 ay içinde yarım saatlik hastane ziyaretlerini saymazsak babamı sadece o gün 3-4 saat görebildim.

Tarih; 31 Mayıs 1999, ikindi vakti, nemli ve loş bir Karadeniz sıcağı... Babam, daha 7 yaşına bile girmemiş oğlunun gözleri önünde aşağıda gördüğünüz yer yatağında son nefesini verdi... İşte ben o gün büyüdüm...

yalniz-bir-cocuk-ve-yalniz-bir-cocukluk-murat-aktas
Babam ve ben. Muhtemelen 1997-1998.
Annemle ben o an kalakaldık. Başka hiç kimsemiz yoktu. Evimiz en az 200 senelik eski bir Rum eviydi ve her yeri akıyordu. Babamdan bize pek bir şey kalmamıştı, bana kalan tek hatıra ise benden en az 2-3 kat yaşlı olan av tüfeğiydi ve tüfek karın doyurmuyordu. Bir kaç tane ineğimiz vardı, onları da mecbur sattık kasaba. Onları uğurlarken bile iki gözü iki çeşmeydi annemin; kim bilir belki tek dostları, sırdaşları onlardı o zamanlar. Bu kadar ağır bir yükü nasıl taşıdığını merak ettim her zaman. O yüzden genelde uslu bir çocuktum. Şımarmaz ve annemi 'onu al, bunu al' diyerek üzmezdim. Bilirdim çünkü parası olmadığını ve yine bilirdim söylesem beni asla kırmayacağını...

Köyümüzde pek çocuk yoktu, hele hele benim yaşlarımda ne hacet. Daha okula gitmeden amca kızlarından okuma yazmayı öğrenmiştim. Öyle ki birinci sınıfa başladığımda çoğu kişi 'Ali ata bak' fişleri okurken ben gazete okuyabiliyordum. Birinci sınıfın ilk yarısını bitirir bitirmez Zonguldak'a, teyzemlerin yanına taşındık. İki buçuk sene kaldık orada. Sabahçı-öğleci mantığıyla ilk orada karşılaştım. Sabahtan öğleye kadar okula gidiyorsam, ikindiden gece 10-12lere kadar sahile inip mavi kalpli mandal sepetimle çekirdek selpak(mendil) satardım. Tabi yalnız değildim, teyzemin oğlu ve kızıyla birlikte... Akşam okulum olduğunda ise aynı olay tersi şeklinde tekrarlanıyordu. Bugün dahi 'Hayatımın en kötü günleri' dediğim zamanlardı. Oradayken yaşadıklarımı hiç bir zaman unutmadım, unutamayacağım da, ama ayrıntıları hep bende kalacak...

Zonguldak'ta geçen iki buçuk senenin ardından annem ile bir gün konuştuk ve köyümüze dönmeye karar verdik. Annem bana şöyle mani söylemişti:
Bizim evden aşağı / Dere akıyor dere / Hayde gidelim oğlum / İkimiz bizim köye...

O zamanki neşemi hiç unutmam, ne kadar da sevinmiştim. Hayatımın üçüncü aşaması başlamıştı artık. Ama yine dert, yine sıkıntı vardı. Daha önce bahsettiğim 200 küsür senelik Rum evi bakımsızlıktan daha da kötü olmuştu. Yağmurlu havalarda damlalar sızmasın diye artık her yere kaplar koyar olmuştuk. Sağolsunlar köyün zenginlerinin yardımıyla güzel, küçük ve şirin bir ev yaptık. Bu arada ben de 4. sınıfa başlamıştım. Ancak köye servis olmadığından çarşıda amca oğlu ile birlikte kalıyorduk. Amca oğlu dediysem 25'lerindeydi o zaman ve bir marangozda çalışıyordu Metin Abi, hala daha marangozluk yapar... Neyse bir yılım böyle geçti... 5. sınıfa geçtiğimde ise mecbur yatılı okula gitmek zorunda kaldım. Burada da çok kötü bir yıl geçirdim. Tek tesellim benden 3 yaş büyük ve köylüm olan Mehmet Abi ile aynı okulda olmamdı. Cuma günleri onunla ilçeye geçer, ordan köye kadar birlikte 13 km yol yürürdük...

Sürekli okul ve yer değiştirmemden dolayı pek fazla arkadaşım olmadı. Zaten köyde yaşıtım olan çocuk da yoktu. O yüzden mahalle maçları benim için çocukluk rüyasıydı. Tek hatırladığım sanırım Zonguldak'taki komşu çocukları İlhan ve Alican ile olan anılarımdır... Zonguldak'taki nadir olan güzel anılarımdan bir kaç tanesi... O yüzdendir ki köyde kalırken, 'evde boş durmayayım anneme yardım edeyim' diye yemek yapmayı ve ev işlerini öğrendim. Hatta merak edip patik dokumayı bile öğrendim... 31 Mayıs 1999'dan beri annem aynı zamanda benim babam da oldu. Ben de onun herşeyi oldum ve böylece bu günlere gelebildik...

Herkesin acı-tatlı bir çocukluk hikâyesi vardır. Bu da benim 11 yaşına kadarki çocukluk hikâyemin kısa bir özetiydi...

Hayırlı Cumalar...

4 yorum:

  1. o an büyümek.. bu hikayeler şu anda da yaşanıyor eminim.. erken büyümek, belki de erkenden insanlara yardım etmek içindir.. kendi çocuklarına, yetimhanedekilere erkenden kavuşmak içindir.. neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmek zor. nasıl tepki verdiğin önemli derler. bence büyük bir muvaffakiyet var burada, devamını dilerim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet bu hikâyeler şu an da yaşanıyordur memleketin ücra köşelerinde... İlk ve tek olmadığımı biliyorum ve son olmayacağımı da... Hayat bize yolu bazen acıyla, bazen korkuyla gösterir. Bizi biz yapan bu duygularımızın içimize işlediği anlardır. 'Her şerde bir hayır vardır' Tüm şerlerin bizim için hayra vesile olması dileğiyle...

      Yorumunuzu ve duygularımı paylaştığınız için teşekkür ederim...

      Sil
  2. Tama moda girmiştim ki yazı bitti. Devamı olmalı bence. Hikayen iç burkucuydu :( Üzdün bizi

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Uzun uzun yazıp kimseyi sıkmak istemiyorum, aslında daha kısa yazmayı planlıyordum ama yazarken o günlere dalıp gitmişim... Nasip olursa devamı da gelir... İç burkan hikâyeler hayatımızın her anında var, sadece görebilmek mesele...

      Değerli yorum için teşekkürler, Cem Baki Blog'a da uğruyorum arada, özellikle Youtube'a yüklediğiniz sesli yazılar fikir ve içerik olarak takdire şayan...

      Selametle... :)

      Sil

Yorumlarınız kişiliğinizin göstergesidir. Ahlak kuralları çerçevesinde her eleştiri kabulümüzdür...

Bildirim

Copyright © Mavi Blog | Powered by Blogger

Design by Anders Noren | Blogger Theme by NewBloggerThemes.com